Yaşamın Kıyısında Yaşamak

Kimi Kez Yaşamak İçin, İntihar Etmekten Daha Çok Cesaret Gerekiyor.

Albert Camus

Uyanmak… Ama nasıl bir yaşama? Gerçek duygulardan, gerçek ilişkilerden hayatınız boyunca kaçtıysanız uyanmak tüm o bilinmezliğiyle ölüme eş değer gibi gelir.

Yaşadıklarına, içinde bulunduğu gerçekliğe inancını yitiren herkes potansiyel bir bağımlıdır aslında. Yaşadığı travmalarla hayatı tepetaklak olmuş her birey hayatla arasına bir mesafe koyma ihtiyacı hissedebilir. Bağımlılık bu mesafeyi sağlayan harika bir hissizlik maskesi gibi görünür; bu şekilde onu çevreleyen korkunç dünyadan bir nebze olsun kendini koruyabileceğini sanır insan.

Çözümü acı çekmemek için kaçmakta bulmuş olan kişi, geçici bir süre yaşamın sarsıcı yanlarından duygusal olarak korunur aslında, hissetmemek sınırsız bir özgürlük gibi gelir; sorunları çözmeye gerek duymadan kendini rahatlatabilmek de cabası. Oysaki kaçış yalnızca bir zandır. Kişi kronik sürece ilerlediğinde, bu kez bağımlılığının gerçekliğine sert bir biçimde toslar. Gerçek dünyadan kopuşun kefaretini bir bir ödemeye başlar: sevdiklerini, sağlığını, hayallerini ve geçmişte önemsediği ne varsa yavaş yavaş yitirir.

İnsan her zaman kendi gerçekliğinin pençesindedir.

Albert Camus

Kişi bağımlılığının gerçekliğinden kaçmaya çalışırken; içinde bulunduğu toplum da bağımlılığın aslında ne kadar yaygın ve ne kadar herkes için risk olduğu gerçeğinden kaçmaktadır. “Güzel ve Çirkin” masalını duymuşsunuzdur. Güzel ile Çirkin arasındaki ilişkiyi “Toplum” ile “Bağımlı” arasındaki ilişkiye benzetmek mümkündür. Aslında masalın orjinali “Güzel ve Hayvan”dır. Karşımızda bağımlılığından dolayı canavar (hayvan) olarak etiketlenmiş bir insan ve onu etiketleyen görece sağlıklı-normal (güzel) toplum vardır.

Psikolojik açıdan hayvan, insanın güdüsel ve dürtüsel doğasının bir simgesi kabul edilebilir. Hayvan ne iyi ne de kötüdür, sadece doğanın bir parçasıdır. İnsan hayvani yanlarını kendi istemiyle denetleme gücüne sahip bir canlı olsa da, dürtülerini kontrol altına alarak hayvani yanlarını yaşamla uzlaştırmazsa yaşamının kontrolden çıkmasının önüne geçemez. Bağımlılık, hayvani yanımız olan dürtülerimizden beslenen bir hastalıktır. Ve toplum altında yatan hastalığı değil yalnızca bağımlıyı (“hayvanı”) görür.

Toplumun ötekileştirmesiyle birlikte; bağımlı, hastalığını kişiliğinin bir parçası gibi benimser. O kadar benimser ki, bağımlılığını sürdürebilme dışında hiçbir ahlaki ve insani normu önemsemez hale gelir. O önemsemedikçe toplum tarafından daha da dışlanır. Toplum dışladıkça bağımlılığına daha çok sarılır.

Bir süre sonra ödediği bedeller hayatta kalmasını zorlaştırır; ancak suçlanmaktan kaçınarak kendine sığınır ve bağımlılığını kontrol altına almayı dener. Masalda Çirkin’in tekrar prense dönüşebilme çabası gibidir bu. Fakat yaşam bıraktığı yerde durmamıştır, akıp giden zaman karşısında savaştan çıkmış gibi yorgun ve neyi nasıl yapacağını bilmez haldedir.

Bu bilinmezlikte, kimliği kadar benimsediği o bağımlılık maskesini çıkarmak kolay değildir. Savaşacak mecaliniz yokken, yalnızlaşmışken, olduğu gibi bırakmak çoğu zaman daha cazip gelir. Ancak bağımlılıkta bir eşiği aştıysanız iyileşmeyi ertelediğiniz her an yeni bir bedel ödersiniz. Sanki yaşam hastalığınızla kol kola girip sizi iyileşmeyi seçmeye mecbur bırakır.

Bir an gelir ve Matrix filminde olduğu gibi iki seçenek kalır elinizde: ya yaşamakta olduğunuz kaçak hayatta her gün utanç, acı ve pişmanlık içinde ömür çürütecek ya da gerçek hayata uyanıp yeni bir başlangıçla anlamlı bir yaşam sürmeye çalışacaksınız.

Henüz bu seçenek size sunulmadıysa; güzel haber, yeterince bedel ödememişsiniz demektir. Kötü haber, muhtemelen henüz ödemediğiniz bedeller yüzünden mevcut durumun ciddiyetini ya da hastalığın ilerleyebileceğini inkar etmektesiniz. Ne yazık ki, günümüzün sınırsız ulaşım imkanlarıyla çok uzun sürmeyeceğini temin edebilirim.